Üretim kriz öncesine yaklaştı, ya sonrası?
2009'un ilk yarısı Türkiye ekonomisi için oldukça kötü bir dönemdi. Mal ve hizmet üretimi (reel olarak) yüzde 11,1 küçüldü.
Yılın kalan kısmında biraz toparlansa da üretim 2009'un tümünde yüzde 4,7 küçülmekten kurtulamadı. İşsizlik bir anda yüzde 10'lardan yüzde 16'lara çıktı. 985 bin kişi işini kaybetti.
Türkiye bu kriz ortamını yaşadı ama bunun sebebi ekonomideki yapısal sorunlar değildi. Aynı dönemde dünyada ciddi bir kriz yaşanıyordu. Her gün dünyanın büyük bankalarının ne kadar büyük zararlar yazdıkları konuşuluyor ve dünyanın en büyük şirketleri iflas koruması talep ediyordu. Çalışan kalitesi üst düzeyde olan ve dünyada az bulunan bir kriz tecrübesine sahip bankalar ne olup bittiğinin farkındaydı. Ellerindeki kaynakları temkinli kullanmayı tercih ettiler (bankalar için mevduat sahibine tasarrufunu geri ödeyebilmek en az kredi vermek kadar önemli). Büyük sanayi kuruluşları da bankalar gibi kriz tecrübelerinden faydalanıp satışlarındaki muhtemel düşüşü önceden görerek, yüksek kar marjlarında fazla ısrar etmeden stoklarını hızla aşağıya çekti. Bunun yanında faiz ve işgücü maliyetlerini de azaltarak satışlarının azaldığı bir yılda kar edebildiler (bunu beceremeseler bugün çok farklı konular konuşuyor olurduk). İşsizlik de zaten bu sebeple arttı. Benzer bir yaklaşım tüketicilerde de söz konusuydu. Kriz döneminde kredi kartlarındaki hızlı büyüme durdu; hatta 2009'un ilk çeyreğinde küçüldü.
Dolayısıyla yaşanan kriz ekonomideki aktörlerin haklı kriz, reflekslerinden ve geleceğe yönelik kaygılarından kaynaklandı. Özel sektördeki bu kaygılar ekonomi yönetimi tarafından sözel telkinler yerine somut önlemlerle telafi edilebilirdi. Kısa çalışma ödenekleri ve işveren sigorta primlerindeki indirimler gibi istihdama esneklik getiren başarılı uygulamalar yapıldı ama en başta bankacılık sektörünün kaygıları giderilemedi. Hayati önemdeki kredi garanti fonu, banka mevduatlarına veya yurtdışı borçlanmalara garantiler gibi bütçeye yük olmayacak gayri nakdi güven tesis edici önlemler zamanında devreye girebilse ekonomideki küçülme daha az şiddetli olabilirdi. Bu yılki performansımızla yarıştırıldığımız Çin, bu tür önlemleri 2008 yılında yani daha krizin başında radikal şekilde devreye soktuğu için Türkiye 2009'da yüzde 4,7 küçülürken yüzde 9,1 büyüdü.
Ama belki de en önemli destek yine cesur ve vizyonlu davranan Merkez Bankası'ndan geldi. Sorunun artık enflasyon değil resesyon olduğunu görerek zamanında ve radikal biçimde faizleri yarıdan fazla düşürdü. Faiz maliyetlerindeki bu hızlı düşüş, kriz sonrası dönemde bankaların ve sanayi kuruluşlarının karlarında önemli bir destek oldu.
2009'daki resesyon, yapısal sorun kaynaklı değildiyse global sorunlar yatışınca Türkiye ekonomisinin de hızla eski üretim seviyelerine geri dönmesi gerekirdi ki öyle de oluyor. 2009'un ilk yarısında yüzde 11,1 küçülen ekonomi 2010'un ilk yarısında yüzde 11 büyüyerek o dönemdeki kayıplarının çoğunu yerine koydu (Grafik 1). Kısa sürede gelen bu geri dönüş gerçekten önemli bir başarı. Ama sadece kayıpların yerine konulması anlamına gelen bu çift haneli büyüme hızının istatistiki illüzyonunu abartıp 2009'daki yüzde 9,1'lik büyüme sonrasında bir de 2010'un ilk yarısında yüzde 11,5 büyüyen Çin ekonomisi ile yarıştırmak da doğru değil. Bu tespitle birlikte vurgulanması gereken iki önemli mesaj var:
1) Büyümenin şekli değişiyor
2010 yılındaki geri dönüşte özel tüketim harcamaları (iç talep) ve imalat sanayii üretimi başroldeydi ve ekonominin genelinden daha hızlı büyüdü. Ama 2009 ilk yarısında iç talebin neredeyse iki katı hızla gerileyen dış talep (ihracat) bu kaybının daha ancak yarısını yerine koyabildi (Grafik 2). İhracatçıların yakınmaları boşuna değil. Ülkenin en büyük pazarı olan AB'deki ekonomik sıkıntılar ihracatımızı olumsuz etkiliyor. Bölge, Almanya'nın ihracata dayalı büyümesiyle tutunuyor, yoksa iç tüketime dayalı ekonomilerde sıkıntı hala devam ediyor ve uzun süre devam etmesi de gayet yüksek ihtimal. Üstelik mevcut kur rejimi ve enflasyon hedeflemesinin getirdiği çaresizlikler sebebiyle ihracatçıların bu hacim kaybını kurlar üzerinden fiyat tarafında telafi edebilmeleri de mümkün olmuyor. Hatta sıkıntılar artınca çare zaten Merkez Bankası'nın bana göre gereğinden bile fazla düşürdüğü faizleri 'daha da düşürmesi gerektiği' gibi ekonomiye zarar verecek çözüm önerilerinde aranıyor.
Büyümenin istikrarı açısından çok önemli olan yatırım harcamaları da henüz kriz öncesi seviyeleri yakalayamadığı gibi artık daha ziyade iç talebe ve hizmet sektörüne yönelik yatırımlara talep geliyor. Örneğin, 2001 sonrası dönemde imalat sanayii ve ihracata yönelik yatırımlar ağırlıktaydı.
2) İç talep gücünü koruyabilecek mi?
Eğer ihracat tarafındaki sıkıntılar devam edecekse ekonominin yavaşlamaması için iç talebin gücünü koruması gerekiyor. Ekonominin yapısal olarak bunu destekleyecek büyük, genç, hızlı büyüyen ve daha da önemlisi az borçlu bir nüfusu var. Uygulanmakta olan model de zaten bunu hedefliyor. Çift para birimli (döviz ve TL) sistem yüzünden enflasyon tüketiminin ertelenmesiyle değil TL'nin güçlenmesi ve ithalatın ucuzlaması ile dizginleniyor. Reel sektör de TL'deki güçlenmeyi (yani ithalattaki ve cari açıktaki artışı) telafi etmek için çareyi maliyetlerini düşürmekte (veya kayıt dışına çıkmakta) buluyor. Bu da istihdamı olumsuz etkiliyor. İşsizlik son yıllarda artıyorsa sebebi var. Sonuçta tüketim için geniş kitlelerin gelirlerinin artmasına dayalı bir harcama dinamiği yerine borçlanmaya yönelik bir harcama dinamiği gerekiyor. Bugüne kadar bu borçlanmayı mümkün kılan bankacılık sisteminin eğer uzun vadeli TL kaynak oluşturabilirse ve risk iştahı gereksiz yere dizginlenmezse bunu devam ettirebilecek potansiyeli de var.
Ama kısa vadede durum çok parlak değil. Daha güncel olan dış ticaret verileri ve AB ekonomilerine yönelik gelişmeler ihracatın sıkıntılarının devam edeceğini ve iç talebe daha da fazla yük bineceğini ama tüketici güven endeksi tüketim dinamiğinin temmuz ve ağustos aylarında durakladığını ve sanayi üretim rakamları da üretimin tüketimdeki bu yavaşlamaya reaksiyon vermeye başladığını gösteriyor (Grafik 3 ve 4). Bunlar yılın ikinci yarısında, ilk 6 aydaki hızda devam etmenin kolay olmayacağına yönelik ciddi sinyaller. Üstelik bu dönemde illüzyonundan faydalanacak istatistiki etki de yok.
saruhan özel- zaman