İhracatçılar 'Mali Kural' istemeli!..
2009 yılında dünya (reel) ticaret hacmi tarihinde görülmemiş bir darbe alarak yüzde 18 daraldı
Godot'nun geleceği 2 yıl öncesinden belliydi. 2007 yılı sonuna doğru gelişmiş ülkelerin finans sistemlerinin tahrip olmaya başlamasıyla ortaya çıkan global finansal kriz kısa sürede ekonomik bir krize dönüştü ve 2009 yılında dünya (reel) ticaret hacmi tarihinde görülmemiş bir darbe alarak yüzde 18 daraldı (Grafik 1). Tüketim geleneksel olarak ABD liderliğindeki alım gücü yüksek gelişmiş ülkelerdeydi.
2000'li yıllarda şiddetlenen globalizasyon bu tüketim mallarının üretiminin giderek hem ucuz hem de son yıllardaki teknolojik yatırımları ile daha kaliteli üretim yapmaya başlayan Çin liderliğinde gelişmekte olan ülkelere kaydırılmasını sağladı. Üretim ve tüketim birbirinden coğrafik olarak ayrıştıkça dünya ticaret (ihracat) hacmi de coştu. 2003-2007 yılları arasında yılda ortalama yüzde 7 (reel) büyüdü.
Gelişmiş ülkelerdeki bu alım gücünün ardında finansal sistemin sağladığı cömert borçlanma imkanları vardı. Global kriz finansal sistemi tahrip edip borçlanma imkanlarını zorlaştırınca gelişmiş ülkelerin alım gücü zarar gördü. Tüketiciler daha fazla borçlanıp tüketmek yerine mecburen tasarruf edip borçlarını azaltmaya başlamak zorunda kaldı. Geçen 3 yıllık süreçte ABD'de hanehalkı borcunun gelirine oranı yüzde 137'den yüzde 125'e geriledi (Grafik 2). Dünya ihracat pazarının yüzde 18 daralmasının sebebi, gelişmiş ülkeler tüketmekte zorlanınca gelişmekte olan ülkelerin de ihracatta zorlanmalarıydı. İşin kötüsü 2011 sonunda bile bu kaybın yerine konulamayacak olması.
Türkiye'nin ihracatı da yaklaşık yarısı tüketim malı olup 2007 sonu itibarı ile (yani kriz öncesinde) yüzde 56'sı Avrupa Birliği'ne yapılmaktaydı. Türkiye'nin en büyük pazarı AB, Almanya liderliğinde son yılların en şiddetli talep daralmasını yaşadığı için ihracat daralacaktı. Godot geliyordu. Nitekim ihracat 2009 yılında dolar bazında yüzde 23, reel olarak yüzde 5,3 küçüldü. Halbuki dünya ihracat pazarının yılda ortalama (reel) yüzde 7 büyüdüğü dönemde Türkiye'nin ihracatı da yılda ortalama yüzde 8 büyümüştü. Döviz kurları o dönemde yüksek oynaklık sergileyerek ciddi şekilde düşüyordu ama ihracatımızın miktar olarak sürekli artması TL'nin değerlenmesini kısmen de olsa telafi edebiliyordu.
İhracattaki bu küçülmenin ardında AB'ye olan ihracatın gerilemesi önemli rol oynadı, çünkü toplam ihracat gerilerken AB'ye olan ihracatın payı da iki yıl içinde yüzde 56'dan yüzde 46'ya düştü (Grafik 3). Bu kadar kısa süre içinde ihracat ne farklı bölgelere kaydırılabilir ne de katma değeri (fiyatlama gücü) yükseltilebilirdi. Son yıllarda Yakın/Ortadoğu pazarı giderek büyüyordu ama bu aslında ancak 2004 yılı sonrasında ABD pazarındaki duraklamayı telafi ediyordu. Kaldı ki, 2009 yılında bu bölgeye yapılan ihracat da toplamdan daha fazla yüzde 25 daraldı.
Döviz kuru sorunun sebebi değil ama çaresi
Kriz sırasında TL de değer kaybettiği için aslında ihracatçılara destek verecekti ama ihracattaki daralma şiddetli olduğu için bunu telafi etmesi kolay değildi. Ekonomi yönetiminin acilen ihracat sektörüne destek vermesi gerekiyordu. Bugünlerde gündeme gelen birçok destek aslında 2 yıl önce acilen masaya getirilmeliydi.
Ama Godot gelene kadar beklenince ve ihracat bu kadar daraldıktan sonra ülkeye kriz sonrasında yeniden gelmeye başlayan döviz akışı ile birlikte TL de değerlenmeye başlayınca ihracatçılar yıllardır alışageldiğimiz üzere sorunun sebebi olmasa da çaresi olacağını düşündükleri döviz kurlarının yükselmesini talep etmeye başladı. Talebin adresi yine sanki böyle bir görev kendisine verilmiş gibi Merkez Bankası oldu. Halbuki doğru adres aslında Merkez Bankası'na bu görevi vermesi gereken ekonomi yönetimiydi. Önce Merkez Bankası'nın döviz rezervlerini güçlendirme bahanesiyle daha fazla döviz alıp bir anlamda kurlara müdahale etmesi istendi. Ama bu döviz alımının bir işe yaraması için alımın döviz girişinden daha fazla olması gerekiyordu ve bunu da önceden bilmek kolay olmadığı gibi döviz alımının kendisi aslında daha fazla döviz girişini bile teşvik edebilecekti (döviz satacaklara aksi durumdan daha yukarıda bir kur seviyesi sağlayacağı için).
Bu görülünce adresten vazgeçilmedi ama bu sefer faizlere yüklenildi. Mademki sorun döviz girişiydi, o zaman dünya ortalamasının hayli üzerinde olan TL faizi düşürülmeliydi ki liranın spekülatif cazibesi kaybolsun ve bu tür döviz girişleri azalsın. Böylece kurların düşmesi engellensin. Halbuki bu da Merkez Bankası'nın görevi değil. Bankanın görevi TL faizi gibi hala dünya ortalamalarının çok üzerinde olan enflasyonu düşürmek. Bunun için yüksek faiz/güçlü TL silahından başka çaresi de yok. Reel yani enflasyon beklentisinden arındırılmış gecelik politika faizi halen sıfır olduğu için aslında ihracatçılara elinden gelen tüm desteği zaten veriyor (Grafik 4).
Merkez Bankası faizi nasıl düşürür?
İhracatçılarımız çareyi gerçekten faizlerin düşmesinde ve böylece TL'nin spekülatif cazibesinin azaltılmasında görüyorlarsa gidip ekonomi yönetiminden bir an evvel 'Mali Kural'ı uygulamaya başlamasını istemeli. Sebebi basit. Enflasyonun en önemli kaynaklarından biri talebi destekleyecek, bütçe harcamaları ise bu harcamalara getirilecek bir disiplin enflasyon beklentilerini düşürerek Merkez Bankası'nın düşük enflasyon hedefini yakalamasını kolaylaştıracak. Elbette bütçe disiplini sözel olmaz. Hukuki bağlayıcılığı olan ve disiplin bir şekilde zayıfladığında devreye girecek otomatik mekanizmalarla disiplinin yeniden sağlanacağı bir 'Mali Kural' ile olur. Aynı ekonomi yönetiminin üzerinde uzun bir süre çalışıp uygulanabilir hale getirdiği ama daha sonra rafa kaldırdığı Mali Kural bunu ve daha fazlasını sağlamaktadır.
Bu Mali Kural bir an evvel devreye girerse Merkez Bankası enflasyonun önemli bir darbe alacağını görecek ve daha düşük bir faizle de enflasyonu kontrol edebileceğine inanacak. O nedenle ihracatçılarımızın Merkez Bankası'ndan kur desteği isteyeceklerine bir an evvel ekonomi yönetimine gidip Mali Kural'ı uygulamaya başlamalarını istemeleri gerekir.
saruhan özel-zaman